Sitede Kişi Geziniyor.

Reklam Gelirleri Kardeşlerimize Gidecek

Reklam gelirlerimizi bağışlayacağımız yeri yakında belirleyeceğiz. Reklam gelirlerinin nereye gönderilmesi konusunda DonanımHaberden Tuğrası'na veya tugrasi@gmail.com adresine fikirlerinizi belirtebilirsiniz. Not:Eğer anket dışında bir fikriniz varsa tabiki.

Reklam Gelirleri Nereye Bağışlansın?

Kardeşlerimize Yardım

20 Haziran 2008 Cuma

ASKERİYLE BİRLİKTE ÇEKİRGE YİYEREK KUTSAL EMANETLERİ KORUDU

ÖMER FAHREDDİN PAŞA
Ömer Fahreddin Paşa (Türkkan), (1868, Rusçuk - 1948, İstanbul) Mondros Mütarekesinden sonra teslim olmayıp Medine'yi 72 gün daha savunan Türk kumandanıdır. Medîne müdâfii Türk Kaplanı Çöl Kaplanı, Medine Kahramanı adlarıyla anılır. Bulgaristan'da doğdu, 93 Harbinden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Harp 0kulunu ve harp akademisini bitirdikten sonra 1891'de kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Balkan Savaşında Çatalca savunmasında ve Edirne'nin geri alınışında görev aldı. I. Dünya Savaşı başladığında 4. Orduya bağlı 12. kolordu komutanı olarak Musul'da bulunuyordu. 1915'te 4. Ordu komutan vekilliğine getirildi. bu bölgede iken hem tehcire tabi tutulan Ermenileri yerleştirme işiyle uğraştı, hem de Urfa, Zeytun, Musadağı ve Haçin Ermeni isyanlarını bastırdı. 1916'da 4. Ordu komutanı Cemal Paşa tarafından Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa elindeki kısıtlı imkânlara rağmen aldığı tedbirler sayesinde Medine'yi 2 yıl 7 ay savundu. Herhangi bir yağma ihtimaline karşı tedbir olarak, Medine'deki 30 parça Kutsal Emaneti 2000 askerin koruması altında İstanbul'a gönderdi. Medine'nin etrafı isyancıların eline geçmeye başlayınca İstanbul'daki Hükümet, Medine'nin boşaltılmasını istedi. Fahreddin Paşa 'Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine'deki Türk Bayrağını kendi elimle indiremem' diyerek şehirden ayrılmayı kabul etmedi. Bir süre sonra Medine'nin etrafı tamamen kuşatıldı. Türk orduları kuzeye doğru geri çekilmeye başladı. Etrafındaki Türk birlikleriyle irtibatı tamamen kesilen Fahreddin Paşa şehri savunmaya devam etti. 30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesini imzalayarak I. Dünya Savaşından çekildi. Mütarekenin 16. maddesine göre Fahreddin Paşa'nın teslim olması gerekiyordu. Kendisine Mondros Mütarekesini tebliğ için İstanbul'dan gönderilen yüzbaşıyı hapsettirdi. Medine'ye en yakın Osmanlı birliği 1300 km uzakta olmasına rağmen Mondros Mütarekesinden sonra da teslim olmadı ve şehri savunmaya devam etti. Osmanlı devletinin teslim olmasında sonra 72 gün daha Medine’yi savunmaya devam eden Fahreddin Paşa yiyecek, ilaç ve cephanenin bitmesinden sonra kendi askerleri tarafından etkisiz hale getirildi ve şehir 13 Ocak 1919'da teslim oldu. Böylece Medine'de 400 seneden beri süren Türk hakimiyeti sona erdi. İngilizler tarafından Türk Kaplanı ismi verilen Fahreddin Paşa, savaş esiri olarak önce Mısır'a daha sonra da Malta'ya gönderildi. 8 Nisan 1921'de Malta'da kurtulduktan sonra Milli Mücadele’ye katılmak üzere Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de TBMM tarafından Kabil Büyükelçiliğine tayin edildi. 1936'da Tümgeneral rütbesi ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekliye ayrılan Fahreddin Paşa, 1948'de İstanbul'da vefat etti.

ORTAÇAĞ AVRUPASI'NDAN İBRETLİK İŞKENCE ALETLERİ

aşağıdaki resimleri ben Donannım haberdeki kArpUz3 adlı kişiden rica ederek aldım... Aşağıdaki görüntüler Ortaçağ Avrupasının bugün kendisinden başka herkese BARBAR,İNSAN HAKLARI İHLALCİSİ olarak baktığı Avrupa'nın hepimizin yakından bildiği Engizisyon mahkemelerinde kullandıkları işkence aletleridir... Bu aletler bırakın bir insana bir hayvana bile reva görülmeyecek derecede acı,ve akla mantığa uygun olmayan şekilde tasarlanmıştı... Engizisyon'un ne olduğunu bilmeyenler için kısaca ne olduğunu görelim: Orta Çağ Engizisyonu, Valdensesler ile Katharlar'ın kurulu düzeni sarsan öğretiler yaymaya başlamaları üzerine, 1231'de Papa IX. Gregorius tarafından kuruldu. Engisizyon Mahkemesi'nde mahkûm suçunu kabûl edene kadar işkence görürdü.Eğer suçunu kabul etmez ise işkenceden ölürdü, kabûl ettiğinde zâten mahpusta çürürdü.Yâni kısacası, neresinden bakılırsa bakılsın, Engizisyona düşen bir ölü idi. Mesela dünyanın yuvarlak olduğunu söylerseniz Ki Galileo Gelilei bunun bir örnneği idi,Engizisyon mahkemeleri tarafından kiliseye karşı suç işlemiş sayılır ve anında cezalandırılırdınız. Avrupa bu şekilde adeta rezillikler içinde yüzerken Osmanlı Medeniyeti ise,insana en güzel şekilde davranmayı kendisine en büyük görev addetmiştir... Bu fotoğrafları burda yayınlamama izin veren DH nin güzel insanlarından kArpUz3 adlı nicke teşekkür etmek bir zevk olacaktır.. İşte Ortaçağ Avrupası'nda kullanılan bazı işkence aletleri:






Engizisyonun dehşet uygulamalarından bazı çizimler:


2.(GENÇ)OSMAN ATI ÖLÜNCE,ONA ŞİİR İTHAF ETMİŞ MEZARTAŞI YAPMIŞTI

2.Osman ‘‘Süslükız’’, tarihlere ‘‘Genç Osman’’ diye geçen Sultan İkinci Osman'ın sevgili atıdır. Hükümdar günün birinde dünyasını değiştiren can yoldaşının ismini sonsuza kadar yaşatmak ister ve Süslükız'ın Üsküdar'daki Kavak Sarayı'nın avlusuna defnedilmesini buyurur. Emir garip bir netice verir, ortaya tarihin hem ilk, hem de son ‘‘at evliyası’’ çıkar. Artık hastalık çeken atlar Süslükız'ın mezarına getirilecek ve mezar üç defa tavaf ettirilecektir. Asırlar geçer, Kavak Sarayı yıkılıp gider ve Süslükız'ın mezartaşı sokağa düşer. Yüzyılın ilk çeyreğinde Asar-ı Atika Müzesi'nin yani bugünün Arkeoloji Müzeleri'nin müdürü olan Halil Edhem Bey taşı Çinili Köşk'e naklettirir. Süslükız'ın 96’ya 62 santim ölçüsünde olan taşında şunlar yazılı:

‘‘Zıll-i Hak (Allah'ın gölgesi) Hazret-i Osman Han'ın

/ Süslükız nám (isimli) atı öğülmüştür

/ Emr-i Yezdán ile mevt irişecek (Allah'ın emriyle ölüm gelince)

/ Bu makam içre (buraya) o gömülmüştür’’

ASLANIYLA BERABER GEZEN BİR PAŞA:CEZAYİRLİ HASAN PAŞA

III. Selim saltanatında 3 Aralık 1789 - 19 Mart 1790 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamı ve askeridir. Evcilleştirdiği bir aslan ile birlikte dolaşması ile meşhur olmuştur. "Palabıyık" lakabı ile anılırdı. Aslen Balkan Pomak asıllı olduğu bilinmektedir.osmanlıların cezayir valilerine dayı denirdi soyununda lakabı dayı olarak kaldı Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşının devam ettiği 1738 yılında, Yeniçeri ocağına kaydoldu ve bazı muhaberelere katıldı. Belgrad'ın kuşatılması sırasında gayret ve cesaretini gösterdi. 1761 Nisanında kalyon kaptanı olarak Osmanlı donanmasına giren Hasan Paşa, 1762'de riyale, 1766'da patrona ve bir yıl sonra da kapudane rütbesine kadar yükseldi. 6 Temmuz 1770'te Çeşme Deniz Savaşı'nda Rusların Osmanlı donanmasını yaktığı haberini, Çanakkale Boğazı'na kadar gelerek bildiren Hasan Paşa'ya, beylerbeyi rütbesi verildi. Rusların Çeşme faciasından sonra Limni Adasını kuşatması üzerine, adaya giderek oranın savunmasını üstlendi. Rusları adadan uzaklaştırmayı başardı. Bu başarısından dolayı vezirlik rütbesiyle kaptan-ı derya tayin edildi. Boğaz seraskerliğine, ardından Rusçuk seraskerliğine getirildi. Özi kalesinin düşmesi üzerine, muhaliflerin aleyhinde yaptıkları propagandalar sonucu kaptan-ı deryalıktan azledildi. Sultan III. Selim zamanında İsmail Kalesine serasker olan Hasan Paşa, gösterdiği başarılardan sonra sadrazam ve serdar-ı ekrem tayin edildi. Hayatı sürekli cephede geçen Gazi Hasan Paşa, 19 Mart 1790'da Şumnu'da vefat etti. Devlete sadık, gayretli ve sözünü esirgemeyen bir kişi olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa, mal varlığının büyük çoğunluğunu devlet işlerine harcamış, öldüğünde tahminlerin çok altında bir servet bırakmıştır. Amerika Birleşik Devletlerini haraca bağlamış ve Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez sadece osmanlı imparatorluğuna vergi ödemiştir.Ayrıca cömertliğiyle bilinende paşa Osmanlı-rus savaşı çıktığında sefer masrafları için devlete 12.000 kese altın bağışladığıda bilinmektedir.

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...(DEVR-İ KADİM)

Hepimizin acı tatlı bir çocukluğu vardır arkadaşlar... Kimimiz zorlu bir yaşamın sırtında yürümeye mecbur kalırken,kimimizde şartların elverişliliği sayesinde güzel bir çocukluk geçirmişizdir... Ama her ikisinde de ortak olan şey;Acısıyla tatlısıyla çocukluk devresini yaşadığımızdır... Büyüklerimizin şefkatli elleri bir çoğumuzun yumuşacık al yanakları üzerinde dolaşmış,bu sıradada bizi elleriyle okşayan en çok da dedelerimizin gözlerini uzağa dikerek ahhhh ahhh nerde o çocukluk günlerimiz dediklerine belki sizde şahit olmuşsunuzdur... Bunların ötesinde misafirlik de olsun,ya da aile içi sohbetlerde olsun eskiye eskilere hep bir özlem vardır... Her defasında da söylenen cümle aynıdır:NERDE O ESKİ ZAMANLAR.... Yani her defasında bir bilinmezlik çemberi içinde yuvarlanan bu sözlerde kastedilen eski zamanın hemde daha canlı olan şimdiki zamandan ne farkı vardı..? Evet belki eski zamanda teknoloji şimdiki gibi rahat değildi gelişmiş değildi ama hiçbir zaman unutulmayacak ve her defasında NERDE O ESKİ ZAMANLAR sözünü tekrarlatacak eski bir nur vardı... Şimdi gelin isterseniz bir an gözlerimizi kapayıp,geçmişi;Beynimizin sıcacık loş odalarında aramak yerine,mazinin bize bıraktığı karelerle takip edelim... Eminim bir çoğumuzun içinde o zamanları görmemiş olmamasına rağmen bir çok duygusal hal belirecek ve o geçmiş zaman denilen mekansız saadetin içinde yuvarlanırken AHHH NERDE O ESKİ ZAMANLAR demekten kendimizi bizde alamayacağız...

( Resimlerin Üzerine Tıklayarak Büyütünüz... )
























OSMANLI TARİHİ'NDE İLKLER

*Osmanlıların ilk Beylik merkezleri ve bir bakıma ilk başkentleri Söğüt Kasabası dır. Daha sonra sırasıyla Yenişehir, Bursa, Edirne ve İstanbul başkent oldu.

* Osmanlı tarihinde ilk savaş,1284 yılında Bizans tekfurlarıyla yapılan Ermeni Beli savaşıdır.

* Osman Bey in ele geçirdiği ilk kale Kolca Hisar Kalesi dir (1285).

* Osman Bey in ilk askeri anlaşması 1306 yılında Ulubad Tekfuru ile yapılan anlaşmadır.

* İlk fethedilen ada, 1308 yılında alınan İmralı Adası dır.

* İlk barış anlaşması, 1330 yılında Orhan Gazi ile Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos arasında imzalanmıştır.

* "Rumeli" adı verilen Avrupa yakasında ilk ele geçirilen yer, Gelibolu da Orhan Gazi nin büyük oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Çimpe limanıdır.

* "Sikke" adı verilen ilk Osmanlı madeni parası Orhan Gazi adına 1327 yılında basılmıştır.

* İlk daimi ordu 1328 yılında Orhan Gazi Bey in emriyle kurulmuş olup bu orduya "Yaya" adı verilmiştir.

* Osmanlı tarihinde ilk şair padişah Fatih Sultan Mehmed in babası İkinci Murad dır.

* Osmanlı padişahlarından İstanbul u ilk kuşatan Yıldırım Bayezid dir (1391).

* Osmanlı tarihinde savaş meydanında şehid olan ilk (ve tek) padişah Birinci Murad dır (1389). (1. Kosovo Savaşı)

* İstanbul a defnedilen ilk padişah Fatih Sultan Mehmed dir.

* Fethin sembolü olan Ayasofya da ilk Cuma Namazı fetihten üç gün sonra 1 Haziran 1453 günü Akşemseddin tarafından kıldırılmış olup cemaat arasında Fatih ve O nun şanlı askerleri hazır bulunmuşlardır.

* Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul a tayin edilen ilk vali Karıştıran Süleyman Bey dir.

* İlk İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi olup; bugünkü Kadıköy semti O na tahsis edildiği için bu adı almıştır.

* Devşirmelerden olup da Sadrazamlık makamına yükselen ilk kişi, fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından tayin edilen Mahmud Paşa dır.

* Önceleri Asya ve Avrupa da toprakları bulunan Osmanlı İmparatorluğu na ilk defa Afrika da toprak kazandıran padişah Mısır Fatihi Yavuz Sultan Selim dir.

* İstanbul da öldürülen ilk padişah, "Genç Osman" adıyla bilinen İkinci Osman dır.

* "Valide Sultan" adıyla anılan ilk padişah anası, İkinci Selim in hanımı ve Üçüncü Murad ın anası olan Nur Banu dur.

* Osmanlılarda ilk matbaa, Üçüncü Ahmed zamanında ve 1727 yılında faaliyete geçen İbrahim Müteferrika Matbaası dır.

* İlk vapur, İkinci Mahmud zamanında ve 1827 yılında satın alınmış olup halk arasında "Buğu gemisi" adıyla anılmıştır.

Devamı Gelecek...

19 Haziran 2008 Perşembe

OSMANLIYA SİGARA'NIN GELMESİ



Bir sigara kağıdı


Osmanlı Tarihi'nin Vakanüvistlerinden yani Resmi Tarihçilerinden biri olan Peçevi Osmamnlı'ya ilk sigaranın gelişini kendi adıyla yani Peçevi Tarihi adındaki eserinde bakın nasıl anlatıyor... " Bin dokuz senesi hududunda İngiliz taifesi getirdiler ve bazı hastalıklara şifa olmak namına sattılar. Ehli keyfden bazı yârân keyfe müsaadesi vardır diye müptela oldular. Giderek ehli keyif olmayan dahi kullanır oldular. Hatta büyük ulemadan ve eshâbı devletten niceleri ol iptilâya uğradılar....


" Bin dokuz senesi hududunda İngiliz taifesi getirdiler ve bazı hastalıklara şifa olmak namına sattılar. Ehli keyfden bazı yârân keyfe müsaadesi vardır diye müptela oldular. Giderek ehli keyif olmayan dahi kullanır oldular. Hatta büyük ulemadan ve eshâbı devletten niceleri ol iptilâya uğradılar. Kahvelerde erazil ve evbaşın çok tütün içmelerinden kahveler gök duman olup içinde olanlar birbirini görmemek mertebelerine vardılar. Sokaklarda ve pazarlarda dahi lüle ellerinden düşmez oldu. Birbirinin yüzüne gözüne püf püf diye sokakları, mahalleleri dahi kokuttular. Hakkında nice yave şiirler nazmedip münasebetsizce okuttular. Bazı ahbap ile bir nice defa münakaşa olundu.


Bunun, kötü kokusu hemen adamın bıyığını, sarığını, sırtındaki elbisesini, bilhassa içinde kullandığı evini kötü kokuttuğundan gayrî, halı ve keçe gibi evinin döşemesini yaktığı, küliyle ve artığıyla ortalığı kirlettiği, ayrıca muttasıl (peşpeşe) içildiğinden insanı işden güçten alıkoyduğu, bunun emsali nice mazarratları (kötülükleri) olduğu halde "safası ve faydası nedir?"


Dedikçe bir eğlencedir ve bundan gayri sefası zevke dairdir, demekten gayri bir cevap vermeye kâdir olamamışlardır. Cümleden kat'i nazar İstanbul'da kaç defa yangınlara sebep olmuş ve böylece yüzbin adam ol ateşte yanmış yıkılmıştır. Ancak forsa gemilerde vardiyalar, tütün içerek bir miktar uykuyu defederler, forsa gözcülüğüne faydası olduğu inkâr edilmez ve rutubeti dahi defedip yubuset irad eder amma, bu kadarcık fayda için bir sürü zararı yapmak akla yakın değildir. 1665 (H. 1045) senesine kadar şüyu' ve şöhreti o mertebe idi ki yazmak ve anlatmak kabil değildir."

İNÖNÜ STADYUMU ASLEN MEZARLIKTIR!!!

İnönü Stadyumu, eski Ayaspaşa Mezarlığı’nın alt parseline inşa edilmiştir. Bir zamanlar Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından ortaklaşa kullanılan mezarlık, geçmişte Türk basınının öncülerinden olan Şinasi’den Osmanlı tarihçisi Siláhdar Fındıklılı Mehmed Ağa’ya kadar birçok önemli kişiye ebedi istirahatgáh olmuş, daha sonra mezarlar kaldırılmış, arazi iskána açılmış ve Beşiktaş’ın hissesine şimdi stadyumun bulunduğu yer düşmüştür.

Bir Osmanlı savaş fermanı

Yıl 1912, İngilizler Hindistan'ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı'dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan'a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan'a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar.Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri bir kaç günlük mücadeledensonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya'ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar. Bir süre sonra, adı Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah olan, babamesleği dondurmacılığa, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de babamesleği kasaplığa başlar.1918'de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeriolayı duyarlar ve hemen buluşur, durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya'da yaşıyoruz. Avustralya devletiOsmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz deAvustralya devletine savaş açarım derler. Alırlar kağıdı, kalemi veyazarlar:-------------------- Sayın Avustralya BaşkanI, Ekselans Hazretleri, Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimizOsmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye askergöndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralyadevletine savaş açmış bulunmaktayız.Bu bir "Osmanlı Savaş Fermanı”dır. Ekselanslarının bilgilerine duyurulur.Kara hisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet,Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney' in 250 km uzarında Karlıdağlar denilen bölgedeönce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trendeaskeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar vekarakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralya devletinin sonunda iki Osmanlıaskerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye 250 kadar askergönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlükaraştırmadan sonra sıcak çatışma olurVe iki Osmanlı askeri bu karlı dağlarda şehit edilir. İki askerin şu an mezarı Sidney'e 250 km uzakta Karlıdağlar'da vemezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriylesavaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize Hindistan asıllıdiyorlar. Oysa Hindistan'da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diyebir bölge yok. Bu bilgi Hindistan büyükelçiliğinin açıklamasından çıkarılmıştır.

FATİH’İN VAKFİYESİ

FATİH’İN VAKFİYESİ “İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.

Kanuni sultan süleymanın fransa kralı'na mektubu

Kanuni sultan süleymanın fransa kralı'na mektubu Alman İmparatoru Şarlken’le, 24 Şubat 1525’de yaptığı Pavye Savaşı'nda yenilerek esir düşen Fransa Kralı Fransçois ve annesi Düseş Dangolen, büyükelçi Kont Jan de Franjipan ile Kanuni’ye birer mektup gönderirler.Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı Françesko' ya gönderdiği 1526 tarihli mektup-tam metin “Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz. Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla; ben ki; Sultanların Sultanı, hakikatlerin buhranı ve yeryüzünün taç dağıtan sahibi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Zülkadriye’nin, Diyarbakır vilayetlerinin, Azerbaycan’ın, İran’ın, Şam’ın, Halep’in, Mısır’ın, Mekke ile Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arabistan’ın, Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, büyük ecdadımın, (Allah onların buhranlarını nurlandırsın) kaahir kuvvetleri ile feth eyledikleri ve Cenab-ı Hakk’ın bana nasip eylemiş olduğu, ateş saçan kılıcımızla zafer kazanarak feth eylediğimiz nice diyarın Sultanı ve Padişahı, Sultan Beyazıt Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım.Sen ki ; Fransa vilayetininbeyi,Françesko’sun. Saltanat makamıma elçi olan Jan Frangian ile gönderdiğin mektup ve ayrıca şifai ricaların bana ulaştırıldı. Memleketinizi düşmanın işgal ettiğini ve halen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda benim tarafımdan yardım edilmesini dilemişsin. Her ne demiş ve istemişsen bana ulaştırıldı. Ve bana arz olunan hususlar tafsilatıyla bilgime sunuldu. Şöyle ki;; beylerin esir alınıp hapsedilmesi, acayip şeylerden değildir. Gönlünü rahat tut. İçindeki ateşi söndür. Bizim büyük ecdadımız, Allah (c.c) kabirlerini nur etsin, daima düşmanı kovmak, memleketler fethetmek için savaş yapmaktan geri kalmamışlardır. Biz dahi onların yolunda yürümekteyiz. Her zaman memleketler ve aşılması güç, sağlam kaleler fethetmişiz. Gece-gündüz atımız eyerlenmiş, kılıcımız kuşanılmış durumdadır. Kader ne ise o olsun. Bizim fikrimizin ne merkezde bulunduğunu, gönderdiğiniz elçiden sorup öğrenebilirsin. Dilediğin üzere bütün teçhizatı ile donanmamı Hayrettin Paşa kumandasında gönderiyorum. Şarlken’in hilesinden kendini koru! Düşmanlarınla başa çıkabileceğin güce kavuşmadan sakın barış yapmayasın! Bana itibar gösterip güvenenlere Cenab-ı Hak da yardım eder. Zaferler kazanan kılıcımın gölgesinde huzur içinde olurlar”

İstiklal Marşı'nın Osmanlıcası


İstanbul Fethi



Sultan II. Mehmed,Theodosius Surları'na ve şehrin su ile çevrili olmayan tek bölgesini batıdan gelebilecek saldırılardan koruyan hendeklere saldırmayı tasarladı. Ordu 2 Nisan 1453'te şehrin doğusuna yerleşti. Toplar haftalarca surları dövdü fakat yeterli gedik açamadı. Topların yeniden doldurulmaları zaman aldığı için, her atıştan sonra Bizanslılar hasarın çoğunu tamir edebiliyorlardı. Daha sonra, yeraltı tünelleri yapıp surların altını kazarak yarma yolunu denediler. Kazıcıların çoğu, Sırp Despot'u tarafından Nvo Brdo'dan gönderilen Sırplardı ve Zağnos Paşa'nın emri altındaydılar. Lakin Bizanslılar, Johannes Grant adında, Alman olduğu söylense de muhtemelen İskoç olan bir mühendisi görevlendirdiler. Johannes karşı tüneller kazdırdı ve Bizans birlikleri tünellere girip Osmanlı işçilerini öldürdüler. Diğer tüneller de suyla dolduruldu. Son olarak Bizanslılar önemli bir mühendisi esir alıp işkence yaparak, sonradan yıkılan tünellerin hepsinin yerini öğrendiler. Sultan II. Mehmed, şehrin ödemeyeceğini bildiği çok büyük vergi karşılığında ablukayı kaldırmayı önerdi. Bu da geri çevrilince, Bizanslı askerlerin kendi birlikleri tükenmeden önce bitkin düşeceğini bilerek saf güçle duvarları alt etmeyi tasarladı. 29 Mayıs sabahı saldırı başladı. Hücumun ilk dalgasını, mümkün olabildiği kadar çok Bizans askerini öldürmeye niyetli acemi askerler olan azaplar oluşturuyordu. Ayrıca Haliç'ten de baskı uygulayabilmek için gece yağlı kütükler üzerinde karadan Haliç'e taşınan gemiler, o sabah Bizans askerlerine karşı bir sürpriz unsuru olmuştu. Anadolululardan oluşan ikinci dalga, şehrin kuzeydoğusundaki, topla kısmen hasar almış Blachernae Surları'nın (okunuşu: blakernai ) bir bölümüne odaklanmıştı. Uzun süren bu çarpışmalar sonucunda Ulubatlı Hasan adındaki bir yeniçeri, surlara Osmanlı sancağını dikmiş, bununla ateşlenen Osmanlı ordusu 29 Mayıs 1453'te İstanbul'un surlarını aşmıştı. Ancak savaş henüz bitmemişti. Hayatta kalan Bizans askerleri, Osmanlı askerleriyle sokak aralarında çarpışıyorlardı. Kısa süren bu çatışmalardan sonra Bizans ordusu yenilmiş ve Sultan II. Mehmed önderliğindeki Osmanlı ordusu İstanbul'a tamamen hâkim olmuştu. Fethin sonuçları O günün dünyasındaki en önemli şehirlerden olan İstanbul'un fethi, gerek dünyada gerekse Anadolu'da birçok etki yarattı. === İç sonuçlar === 1. Anadolu ve Balkanlar arasındaki geçişlerde bir engel olan 1058 yıllık Bizans yıkılmış, arada engel kalmamıştı. 2. Birçok kere Osmanlı şehzadelerini ve Avrupa ülkelerini kışkırtan Bizans artık bunu yapamayacaktı. 3. Müslüman dünyasında Osmanlı Devleti daha saygın bir hale gelmişti. 4. 2.Mehmet,Fatih ünvanını aldı. 5. Hz. Muhammed Peygamber'in hadisindeki o kumandan, Fatih Sultan Mehmed olmuş ve peygamberinin övgüsünü almıştı. 6. Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan ticaret yolları ele geçirildi. 7. İstanbul başkent yapıldı.İ 8. Osmanlı'nın yükselme dönemi basladı. Dış sonuçlar 1. Avrupa ve Balkan devletlerinin Osmanlı'yı Balkanlar'dan atma çabaları sonuçsuz kalmıştı. 2. İstanbul'dan İtalya'ya kaçan sanatkârlar ve bilim adamları, rönesans ve reform hareketlerini hızlandırmışlardı. 3. Dünyanın en büyük imparatorluklarından olan Doğu Roma İmparatorluğu tamamen yok olmuştu. 4. Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştı. 5. Ticaret yollarının birer birer Türklerin eline geçmesi Avrupalıları yeni ticaret yolları bulmaya zorladı ve coğrafi keşifler ortaya çıktı. 6. Büyük ve kalın surların toplarla yıkılabileceğini gören Avrupa, bu yöntemi derebeylikler üzerinde denemiştir. Böylelikle küçük derebeylikler yıkılıp yerine büyük krallıklar kurulmuştur. 7. İstanbul'dan ayrılan Bizanslı bilginler, Avrupa'da Reform hareketlerini başlatmışlardır. 8. Osmanlıların ticaret yollarını ele geçirdikten sonra bu yollardan geçmek zorunda kalan Avrupalılalılar yüksek vergileri Osmanlıya ödemememek için ticari yollar aradılar. Böylece Bartelmi Diaz Ümit Burnunu keşfetti. Bu fetih bir nevî Avrupa'nın (İngiltere'nin) Amerika kıtasını keşfinin yolunu açmıştır. Zirâ bu keşifle ticaret yolları kapanan Avrupalılar başka yollar bulmak zorundaydılar. Bu keşif buna bir vesile olmuştur.

TÜRK ADI

TÜRK ADI Türk Milleti'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. "Türk" sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu. Türkler'in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı "Türk" adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy'da "Tik" vveya "Tikler" adıyla geçmeye başlamıştır. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy'dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izaheden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır. Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre, -Heredotos'un doğıu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB'lar. -İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE'ler -Tevratta adı geçen Togarma'lar. -Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA'lar veya THRAK'lar -Esiki Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU'lar. -Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy'da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ'ler Bizzat "Türk" adını taşıyab Türk kavimleri olarak gösterilmektedir. İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli "Zend - Avesta" rivayetleri ile İsrail menşeli "Tevrat" rivatetleride Nuh Peygamber'in torunu olan Yafes'in oğlu "Türk" ile İran rivayetlerideki Feridun'un oğlu "Türac" vveya "Tur"un soyu türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir. "Avesta"da yer alan "Ebül Beşer"den (1) ,Cemil ve oğu Ferdiun'dan bahsedilmektedir. "Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma!a bugünkü İran ve havalisi, Irak'a bugünkü Irak ve havalisi ,Turak'a ise Orta Asya ve Çin havvalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm'a saldırarak İran ve havalisini almış,dahasonra Turak'a saldırmıştır. Irak, Turak'ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak'ın torunu "Afrasyap"(2) Irak torunun "Muncihir"i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda "TURAN", batısına da "İRAN" denmiştir. Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş.Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan "TÜRK" e bırakmıştır. Görülmektedirki Hz. Adem devrina yakın zamanlarda Turak(Türk)'den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğunndan ve Saka İmparatorluğu Kağa'nından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan "Türk" kelimeleriden ,Türk adının nekadar eski olduğu ortyaya çıkmaktadır. MÖ XIV. yy'da yer alna "Tik"ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya'da kurulan "Anav" medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy'da Tik'ler , MÖ. VII. yy'da Anavlar ,MÖ IV yy'da Sakalr ile tarih kayıtlarında yer almaktadır. Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide "Tu-Kiu" şeklinde görülmektedir. MÖ. I yy'da Roma'lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala'nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan "Turcae" olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz. Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy'da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitablerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti'nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk millietini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. MS. 585 yılında Çin İmparatoru'nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara'ya yazdığı mektupta"Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmesi, İşbara Kağan'ın ise Çin İmparatoruna vverdiği cevabi mektupta "Türk Devleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" hitapları Türk adını resmileştirmiştir. Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklide geçmektedir. Türk Budun'un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade ,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.

1071 Malazgirt Savaşı ve Anadolu'nun Fethi

1071 Malazgirt Savaşı ve Anadolu'nun Fethi Malazgirt Savaşı 26 Ağustos 1071 tarihinde Alp Arslan tarafından yönetilen Selçuklular ile Bizans İmparatorluğu arasında gerçekleşmiş, Bizans İmparatorluğu'nun yenilgisi ve İmparator 4. Romen Diyojen'in esir düşmesiyle sona ermiştir. Yenilgiye rağmen, Bizanslılar'ın kayıpları göreceli olarak düşüktü. Ducas hiç kayıp vermeden kaçmıştı ve Diyojen'e karşı bir darbe girişiminde bulunmak için İstanbul'a hızla geri dönmüştü. Bryennius da kanadının bozguna uğramasına rağmen az adam kaybetmişti. Gece karanlığına kadar savaş olmadığı için, Alp Arslan kaçan Bizans ordusunun arkasından gitmedi, ki Bizans ordusunun çoğunu bu karar kurtardı. Öyle ki, Türkler Malazgirt'i bu noktada ele geçirmedi bile. Bizans ordusu yeniden gruplaştı ve Diyojen bir hafta sonrasında serbest bırakıldığında imparatorla Tosya'da birleştiler. Görünüşe bakılırsa en önemli kayıp imparatorun lüks arabası olmuştu. Yıllar ve asırlar sonra, Malazgirt'in Bizans İmparatorluğu için bir felaket olduğu düşünülmeye başlandı ve sonraki kaynaklar savaştaki asker sayılarını ve kayıpları abartılı bir şekilde göstermeye başladılar. Bizans tarihçileri sık sık geriye bakıp o günkü 'felaket' için yas tutar, imparatorluğun çöküşünün başlangıcı olarak Malazgirt Savaşı'nı gösterirlerdi. Halbuki, savaş, askeri açıdan, hemen gerçekleşen bir felaket değildi; çoğu birlik sağ kalmıştı ve birkaç ay içinde Balkanlar'da veya Anadolu'da savaşlara gönderilmişlerdi. Öte yandan, Bizanslılar'ın yenilgisi Selçuklular'a Bizanslılar'ın yenilemez ve ele geçirilemez olmadıklarını göstermişti. Andronicus Dukas'ın darbesi de imparatorluğu politik dengesizliğe sürüklemişti ve savaş sonrasında başlayan Türk göçlerine karşı direnişi organize etmek zorlaşmıştı. Birkaç yıl içinde neredeyse tüm Anadolu, Selçuklular tarafından ele geçirildi. 1075'de Selçuklu hanedanından Kutalmışoğlu Süleyman Şah İznik'i alarak başkent yapmış, 1081'de Çaka Bey'in müstakil kuvvetleri İzmir'i alarak ve hemen bir donanma inşa ederek, Ege Denizi'nde ve Çanakkale Boğazı'nda Bizans İmparatorluğu'nu tehdit etmeye başlamışlardı. Bu ilk Türk ilerleyişi 1095'teki Haçlı Seferi'ne kadar sürdü. Haçlı orduları karşısında Türkler Orta Anadolu'ya çekilerek Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurdular ve Batı Anadolu Anadolu Beylikleri dönemine kadar sürecek şekilde yeniden Bizans denetimine geçti. Tarihçiler Bizanslılar'ın çöküşünün bu savaş sonrasında başladığı konusunda hemfikirdirler. Türkler için ise Malazgirt Savaşı 'Türkler'e Anadolu kapılarını açan savaş' olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca Malazgirt Savaşı Haçlı Seferleri'nin temel nedenlerinden biri olarak görülür. Batı, Bizanslılar'ın doğudaki hristiyanlığı artık koruyamadığını bu savaş sonrasında anlamıştır. Bu savaş Türkler'in Anadolu'da yaşayış sürecini başlatmıştır.

İşte Fatih Sultan Mehmedin sözleri ve şiirleri:

İşte Fatih Sultan Mehmedin sözleri ve şiirleri:

* İmparatorunuza Söyleyin. Şimdi ki Osmanlı Padişahı Öncekilere Benzemez. Benim Gücümün Ulaştığı Yerlere, Sizin İmparatorunuzun Hayalleri Bile Ulaşamaz.

* Ya Ben Bizans'ı Alırım; Ya da Bizans Beni.

* Fatih Olmasaydım Ulubatlı Hasan Olmak İsterdim

* Yapmak İstediğimi Sakalımın Bir Teli Bile Bilseydi, Sakalımın O Telini Hemen Koparır ve Yakardım

* Bu Dünya Ölümlüdür. Her Fani Gibi Bende Ölümü Tadacağım.

* Dünya Devleti Ebedi Değildir. Fani Cihanda Hiç Kimse de Ölümsüz Değildir. İnsanların Dünyada Nefesleri Sayılıdır ve Ölümsüzlük Kapısı Kapalıdır.

*Hayatım Boyunca ALLAH'ın Emirlerinden Dışarı Çıkmadım. ALLAH'ın Rızasını Kazanmak İçin Uğraştım. Tek Gayem Bu İdi.

OSMANLI DA KADIN

OSMANLI DA KADIN

Osmanlı Devletinin klâsik dönemine bugünden bakarak kadınların siyasî, ekonomik, askerî, kültürel haklarının olmadığını belirtmek mümkün değildir. Kadınlar, ekonomik hakları bakımından tıpkı erkekler gibi eşit haklara sahipti. Kazandığı para kendisine aitti ve dilediği gibi kullanabilirdi. Kadınların gelirlerinin başında, evlenirken nikah akdi sırasında belirlenen mehir, miras payı ve diğer yollardan elde edilenler bulunuyordu. İslâm hukukuna göre mal ayrılığı prensibine bağlı olarak kadınlar bu gelirlerini istedikleri gibi çeşitli yatırımlarla değerlendirmişlerdir. Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğün yapılması, okul çocuklarına gıda, elbise, yakacak yardımı, yoksullara yemek verilmesi, borçluların borçlarının ödenmesi, mahallelerden köylere kadar su ihtiyacının sağlanması gibi farklı sahalarda faaliyette bulunan hizmet amaçlı vakıflar kurulmuştur. Böylece sadece aile kadınlarını değil yetim, yoksul, mahkumları da içine alan kadınlara imkanlar sağlanmakta idi. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma anlayışının ilk örneğini bulduğumuz, “çıplak milleti giydirmek, aç milleti doyurmak” ifadesi Türk-İslâm devletlerine vakıflar yoluyla toplumun ihtiyaçlarının karşılanması şeklinde devam etmiştir. Toplumda karşılıklı sevgi ve saygı anlayışı ile hiçbir zorlama olmadan sahip olduğu imkanlardan diğer insanların da yararlanmasını isteyen kadınlar, vakıflar yolu ile kurdukları cami, mescid, han, hamam, medrese, kütüphane, hastahane, köprü, sebillerin Anadolu’nun hemen hemen her köşesine nakşedilmesinde de büyük rol oynamışlardır. Özellikle kadınların bu konuda en az erkekler kadar istekli olmaları da ayrı bir önem taşımaktadır. Saray çeşitli yönleri ile halka önderlik etmiştir ki, bunların başında valide sultanların başını çektiği hayır müesseseleri olan vakıflar da gelir. Osmanlının ilk zamanlarında kadınlar tarafından yaptırılan önemli bir vakıf kuruluşu Manisa’da Hafsa Sultan tarafından yaptırılan külliyedir. Külliye içinde bulunan hastahanede ruh hastaları musıki ile tedavi ediliyordu. Bu aynı zamanda kadınların ekonomik haklarını dilediklerince kullanmalarına bir örnektir. Harem hiyerarşisi içinde eğitim süresi Enderunda olduğu gibi yedi sekiz yıllık bir eğitimden oluşuyordu, her kademede başarılı olanlar bir üst eğitime geçerlerdi. Bu sistem içinde yükselen kadınlar farklı bilgi ve becerilere sahip oluyorlardı. Padişah eşlerinin hemen hemen hepsinin odasında bir kitaplığı vardı. Kitap demek bilgi demek bugünün kadını ne kadar kitap okuyor?sorgulamamız lazım kendimizi.

Lale Devri


LALE DEVRİ


Pasarofça Antlasmasi neticesinde ortaya çikan barisi iyi kullanmak isteyen Osmanlilar, artik Avrupa karsisinda savunma durumunda kalacagini anladigindan, Balkanlardaki sinir kalelerini tahkim etme, bölge halkini yaninda tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya agirlik vermekteydi. Damat Ibrahim Pasa, Osmanlilara üstünlük kurmus olan Avrupa'yi her yönüyle tanimak için Avrupa baskentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yillari arasindaki bu dönem, sanatta lâle motifinin islenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adiyla anilmaktadir. Bu dönemde matbaa açilmasi, çini ve kumas fabrikasi kurulmasi gibi bazi müspet yenilikler yapilmissa da, III. Ahmet ve saray çevresinin sasali eglenceleri ve harcamalari huzursuzlugu artirmaktaydi. Damat Ibrahim Pasa'nin, Iran'a karsi baslatilan savasta (1722) kesin netice alamamasi ve uzayan savas esnasinda Tebriz'in sadrazamin gizli emriyle Iran'a terk edildigi haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti. Patrona Halil Ayaklanmasi'nin patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat Ibrahim Pasa ve yakinlariyla Sultan III. Ahmet asiler tarafindan katledildiler (1730)Bu olayin ardindan III. Ahmet'in yegeni I.Mustafa hükümdarliga getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sinir olaylarini bahane eden Rusya, Kirim Tatarlarina karsi büyük bir saldiri baslatti. Azak ve Bahçesaray Ruslarin eline geçti (1739). Fransa'nin da tesvikiyle Osmanlilar, Rusya'ya karsi savas ilân etti. Rusya'nin yaninda savasa katilan Avusturya da, Eflâk ve Bogdan'a girmisti. Osmanlilar iki cephede de büyük basarilar kazandilar. Prusya, Fransa ve Isveç'in Osmanlilara yakinlasmasi, Osmanlilar karsisinda ummadiklari bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yi baris yapmaya zorladi. Bu savas sirasinda tekrar Osmanlilarin eline geçen Belgrat'ta bir anlasma imzalandi (18 Eylül 1739). Belgrat Anlasmasiyla, Avusturya, Pasarofça barisiyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'i terkederek bölgedeki kiyi ve deniz ticaretinin Osmanli gemileriyle yapilmasini kabul etti. Bu anlasma geçici de olsa Osmanlilarin toparlanmasini saglamistir. Savasta Türklerin tarafini tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde taninan imtiyazlari genisleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlasmasi imzalanmistir (1740). Damat Ibrahim Pasa zamaninda baslayan Iran savaslari Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküs dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dagistan'i isgal etmislerdi. Sirvan halkinin talebi üzerine Osmanlilar duruma müdahale etmis, iki ülke arasinda çikabilecek savas Fransa'nin araya girmesiyle önlenmisti. Rusya'nin kuzeydeki isgaline karsin Osmanlilar da Güney Azerbaycan'i topraklarina kattilar. Sah Tahmasp 1732'de Osmanlilar ile baris yapti. Bu durumu kabullenemeyen Afsar Nadir Bey, Sah Tahmasp'i devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlilar bazi topraklari Nadir Han'a birakmaya razi oldu. Her iki taraf için de yipratici olan bu uzun savaslar, Kasr-i Sirin antlasmasiyla çizilen sinirlarin aynen kabul edildigi 1746 anlasmasiyla son bulmustur. I.Mahmut döneminde, basarili savaslarin yani sira, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmistir. Aslen Fransiz olup Osmanli hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Pasa, Humbaraci Ocagi'ni kurarak (1734), bati savas tekniklerini burada hayata geçirmis idi. I.Mahmut'un üvey kardesi III.Osman'in (1754-1757) yerine geçen, amcaoglu III. Mustafa (1757-1773) zamaninda da ordu içerisinde bazi islahatlar devam ettirilmistir. Nitekim onun döneminde Tophane islah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüs, donanma yenilenmistir. Ancak, Rusya ile baslayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadigini gösterecektir.

Şükrü Paşa

.

.

.

devamı Osmanlı Tarihi Konusu 2.Safada bulunmaktadır.

Jean de Joinville' kardeşimize teşekkürler.

KÜR ŞAD

KÜR ŞAD Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk Kağan sülâlesi arasındaki şahsî ihtiras ve entrikalar yüzünden devlet parçalanmak tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe Çinin fesadı da karışarak Gök Türk ülkesinin şark kısımları 630'da Çinin eline geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler için bulunmaz bir nimet olduğundan Kieli Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine getirdiler. Parça parça Çine dağıtarak milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek siyasetini takip eltiler. Kieli Han esareti izzetinefsine yediremeyerek kederinden 634 de öldü. Bunun üzerine esir Türklerden birkaçı da teessürlerinin şiddetinden intihar ettiler. Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak üzere aldıkları tedbirleri gören Gök Türk hükümdar sülâlesinden KÜRŞAD Türk devletini yeniden diriltmek için 639 da gizli bir ihtilâl cemiyeti kurdu. 40 Türk bu cemiyete girdi. Türk devletini yeniden kurmak iç Çin împaratorunu öldürmeyi ve Çin sarayında esir bulunan Türk prenslerinden Holuku'yu Türkeli'ne Kağan ilân etmeyi kararlaştırdılar. Geceleri şehri gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin yapılacağı gece hava bozulduğundan İmparator Tay-tsung sarayından dışarı çıkmadı. Kür Şad, ihtilâl gecikirse farkına varılacağından çekinerek geceleyin împaratorun muhafızlarına saldırdı. Gayet kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu. Türkler azlık olduklarından çekilmeye mecbur kaldılar. İmparatorun ahırına hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar. Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı ve Öldürüldü. Bu işte dahli olmayan Holuku cenup vilâyetlerine sürüldü. Fakat imparatorluğun merkezindeki bu hareket Çinlileri o kadar korkuttuk ki Türkler'i Çinlileştirmekten filân vazgeçerek onları San ırmağın şimaline nakledip yalnız ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya mecbur kaldılar, Bu surette 681'deki Türk istiklâlinin tohumu atılmış oldu.

Osmanlı Ordusunda Kullanılmış Bazı Silahlar

Osmanlı Ordusunda Kullanılmış Bazı Silahlar



YAVUZ SULTAN SELİM'in Tuğrası






Fatih Sultan Mehmed Han'ın Portresi

Osmanlı Sultanları'nın İlgilendikleri Sanat Dalları

Osmanlı Sultanları'nın İlgilendikleri Sanat Dalları

I. Mehmed Yay ve Kiriş ustası, "Kürüşçü" adıyla anılırdı. I

I. Mehmed Bahçıvan

I. Selim Kuyumcu

I. Süleyman Kuyumcu

II. Selim Hacıların Hac yolunda kullanmaları için hilal şeklinde asalar yapardı.

III. Murad Ok yapardı.

III. Mehmed Kaşık ustasıdır. Okcuların kullandığı özel yüzükler yapardı. I. Ahmed Kaşık ustasıdır. Okcuların kullandığı özel yüzükler yapardı.

IV. Mehmed Şair. Askeri Marşlar yazardı.

II. Abdülhamid Kakma ve Süsleme sanatıyla ilgilenmiştir.

Çöl Gezer 'den kaliteli bir arşiv.

http://forum.donanimhaber.com/m_22293386/mpage_2/key_/tm.htm

Yukarıdaki linke tıklayıp ulaşabilirsiniz.Buraya koymam uzun zaman alacağı için ÇölGezer'den özür diliyorum.

Osmanlı Devleti'nin arması.


Osmanlı Devleti'nin arması.



Standartlar Kanunu , Belediye Kanunları ,Tüketiciyi Koruma Kanunları

II. Bâyezid döneminde dünyanın ilk Standartlar Kanunu, ilk Belediye Kanunları, ilk Tüketiciyi Koruma Kanunları ve ilk Gıda Nizâmnameleri hazırlandığı söylenmektedir. Bu kanunlardan bazı örnek maddeler zikrederek anlatabilir misiniz? Prof Dr. Ahmed Akgündüz Evet doğrudur. II. Bâyezid devrine ait en mühim kanunlardan birisi şüphesiz ki, Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleridir. Bu kanunnâme, dünyanın en mükemmel ve en geniş belediye kanunu olmakla kalmamakta, aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesi ve kısaca asrına göre çok hârika bir hukuk kodudur. Bu kanun, hem Osmanlı örf âdetlerini ve hem de İslâm hukukunu çok iyi bilen Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır. Hazırlanış tarihi 1502 ila 1507 tarihleri arasındadır. Biz, her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece bazı maddelerini, tüketici hakları açısından arz ediyoruz (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerine ve harflerden B, Bursa, E Edirne ve İ İstanbul Kanununa işaret etmektedir): “İ-45. Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hubûbât ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele. İ-21. Etmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla. İ-4. Eyle olıcak ekmek gâyet eyü ve arı olmak gerekdir. E-7. Aşcılar bişürdükleri aşı pâk bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pâre koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisâb üzerine vereler. Cemî‘ Edirne'nin aşcıları ittifakiyle teftiş olundı. İ-38. Ve kile ve arşun ve dirhem gözlenile; eksüği bulunanın hakkından geleler. İ-5. Un kapanında olan kapan taşlarını, mahkeme kararıyla muhtesib (belediye başkanı) dâim görüb gözede. Tâ ki, hile ve telbîs olub un alan ve satan kimesnelere zarar ve ziyân olmaya. B-74. Ve hamallar na‘lsuz at istihdâm etmeyüb ve dağ yükünün iki yükünden ziyâde götürmeye. E-58. Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Eslemeyeni gereği gibi hakkından gele. Ve hammâllar ağır yük urmayalar, ma’kul üzerine ola[1]. İ-40. Ve sirke ve yoğurda su koymayalar. Su katılmış olub bulunursa, teşhir edeler veyahud tahta külâh uralar, gezdireler. İ-29. Kuyumcular, sâde işi dirhemine bir akçe; minekârî işde dirhemine iki akçe ve altun sâde ise miskâline üç akçe; müşebbek işde miskâline beş akçe ve gümüş düğmeler iriyi ve hurdayı gâyet eyü hâlis işleyeler, bakır koyub işlemeyeler. İşleyenin muhtesib (belediye başkanı) gereği gibi haklarından gele. İ-33. Ve boyacıları dahi gözedeler, kalb boyamayalar; boyarlarsa gereği gibi hakkından geleler. İ-42. Ve iplikçilerin ipliği tire ipliğine berâber ola. Ve astar ki, şehirde işlene, sekiz arşun ola, eksük olmaya. Olursa hakkından geleler. İ-46. Hammâmcılar, hâmmâmları gözedeler, yunmuş ola, ıssı ve sovuk su ile ârâste ve dellâkleri cest ve çâlâk ola. Usturası keskin ola. Şöyle ki, usturası altında kimesne zahmet çekmeye ve nâzır olan fotaları pâk duta; Müslümana verdüği fotayı kâfire vermeye. İ-66. Ve dahi hekîmlere ve attârlara ve cerrâhlara, muhtesib (belediye başkanı)in hükmi vardır; görse ve gözetse gerekdir. İ-24. Bakkallar ve attârlar ve bezzâzlar ve takyeciler, onun on bire satalar, ziyâdeye satmayalar. Ziyâdeye satarlarsa, muhtesib (belediye başkanı) dutub te'dîb ede. Ammâ bu bâbda ve gayride mahkeme kararı bile ola. E-194. Berber gözlene; kâfir başın tıraş etdükleri ustura ile Müslüman başın tıraş etmeyeler. Kâfir yüzin sildikleri fota ile Müslüman yüzin silmeyeler. Usturaları keskün ola. E-195. Tabibler dahi gözlene; bîmârhâne (hastahane) tabiblerine göstereler, imtihân edeler, kabul etmedikleri kimesneleri men` edeler. Cerrâhlar dahi gözlene; san`atlarında kâmil olalar. E-196. Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler. E-198. Ve câmilerde dilenci tâifesin yürütmeyeler. İ-70. Ve her san‘atı aydan aya kadı ile teftiş ede ve dahi göre ve gözede. Her kangısı kim ta‘yin olunan narhdan eksük sata, muhtesib (belediye başkanı) hakkından gelüb teşhîr ede. İ-73. Fil-cümle bu zikr olunanlardan gayrı her ne kim Allâh ü Te‘âlâ yaratmışdır, hepsini de muhtesib (belediye başkanı) görüb gözetse gerekdir, hükmi vardır. Şöyle bileler, her kim muhâlefet ve inâd ederse, itâba ve ikâba müstahak olur

eggy13 Arkadaşımızdan










Dolmabahçeden bir görüntü



Fatih SULTAN MEHMED



Türk büyükleri






Kâinatın Efendisi Hazreti Muhammed


Kâinatın Efendisi Hazreti Muhammed Aleyhusselâm, asırlar öncesinden mujdelemişti bu fethi: “İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.” Bu müjdeden yaklaşık sekiz asır sonra Allah Resulünün söyledikleri gerçekleşti. Allah’ın yüce adını yaymak ve zulümleri, haksızlıkları sona erdirmek içindi bu fetih..

Sultan abdulmecid in yazısı


Sultan abdulmecidin nişanı


Sultan abdulmecidin nişanı:



Osmanlılık ve milliyetçilik

Osmanlılık ve milliyetçilik Osmanlı dedirtmediler. Osmanlı´nın 600 senelik cihan devletinin efendim meydana getirdiği ihtişamlı tarihimizi berbat ve bednan ettiler (yani adını kötüye çıkardılar). Ve aslımız Osmanlı olduğu halde aslımızdan bizi ayırtıp avladılar. Ve müslümanlar milliyetcilik davasına girdikleri için Osmanlılığa karşı çıkıp Osmanlılık şemsiyesi altında ne kadar muhtelif ırklar varsa hepsini ırkçılık davasına sapmalarına yol açtılar. Bu sefer başladılar Çerkezler „Çerkezim“ demeye Dağıstanlılar „Dağıstanlıyım“ demeye efendim Araplar „Arabım“ demeye Gürcüler „Gürcüyüm“ demeye Lazlar „Lazım“ demeye Tomaklar „Tomağız“ demeye Çeçenler „Çeçeniz“ demeye. Hasıl-ı kaç çeşit insan varsa müslümanlık ismi altında Osmanlılık şemsiyesini kaldırdıklarında her birerleri kendi milliyetçiliklerine sarılaraktan ayrılmaya ve bölünmeye doğru gittiler. Milliyetçilik bizi toplamadı. Dağıttı. Onlar ümmetçiliği kabul etmedilerdi. Ümmetçilik hoşlarına gelmedi. Çünkü ümmetçilik Müslümanlığa göstertilen yol idi. Onu kabul etmediler. „Biz Milliyetçiyiz“ dediler. „Onlar başkadır. Biz başkayız“ dediler. Böyle yaptıklarından Cenab-ı Hak ceza olarak İslam Alemini bölmüştür. Şimdi İslam Alemi içerisinde kaç çeşit insan grubu varsa etnik olarak. Hepsi de milliyetçilik dava ederek ayağa kalktılar, bölündüler. Şimdi İslam Alemi bölünmüştür. Meseleler meydana çıktı. Neden? İşte bu milliyetçiliğin kötü yemişini yiyorlar şimdi müslümanlar. Osmanlılığı beğenmediler. Çünkü Osmanlı bu kadar milletleri şemsiyesi altında sancağı altında barındırdı. Osmanlı olaraktan efendim onun topladığı ne kadar muhtelif ırklar olsa da hepsi Osmanlılık şemsiyesi altında Ümmet-i Muhammed olma şerefi ile bir ve beraber idiler. Bunu kaldırdıkları için Allah onlara ceza verdi. “Biz onlardan ayrılacağız” dediler müslüman milletler birbirleri için. Ki, İslam´ı yıkmak için uğraşanların taktiği idi bu. “Biz bu müslümanları birbirlerinden ayırmadıktan sonra İslamı ve Müslümanlığı çökertemeyiz.”dediler. Onun için bunu yaptılar. Müslümanlara; “Siz bu millettensiniz. Şu millettensiniz” dediler. Müslümanları darmadağın ettiler. Sonra da diğer bir müslüman millete de dediler ki; “Sizin onlar ile işiniz ne? Siz başkasınız. Ayrılacaksınız.” Onlar da ayrıldı. Velhasıl-ı kaç çeşit türlü insan grubu varsa hepsi ayağa kalktı. Bunu ne için yaptılar. Bizim cahil başlarımız gafletlerinden sarhoşluklarından dolayı bu gibi hakikatları göremediler. Bu millete ve Osmanlı´ya büyük suikast yaptılar. Dinimize ve herşeyimize karıştılar. Dinimizi niye bozdular. Bugünkü nesli babaları anlamıyor. Çünkü hiç bir millette olmayan bir suikasta maruz kaldı bu bizim milletimiz Osmanlı. Osmanlı´ya öyle bir suikast teşkil ettiler. Ki, dilini unutsun, dinini unutsun. Mazimizden kökümüzden olan aradaki köprüleri attılar ki, bir kere daha maziye uzanıpta bir kudretli devlet meydana getirmeyelim. Olmaya bir daha Osmanlı Devleti. Koca imparatorluğu yıktık diye Osman Gazi´nin önüne kitabe yazdılar. Kafir yazsa o kitabeyi kafire yakışır. Amma bize Osman Gazi´nin türbesinin önüne 600 senelik “Osmanlı İmparatorluğunu yıktık” diyerekten kitabe koyması yakışmaz. Bunu söylemeye mecbur oldum. Bu hakikatlardan maalesef halen müslüman geçinen bu kadar millet gafildir. Ben Osmanlıyım, bitti. Hürüm, herşeyim ile. Dinim ile imanım ile efendim adet ve ananemizlen Osmanlı´ya bağlıyım, köke bağlıyım. Birileri mantarlığı kabul etti iseler etsinler ve başlarına geleni çeksinler. Biz mantar değiliz. Biz koskoca kökten gelen aslımız ve neslimiz belli olan Osmanlıyız. Osmanlı´nın neslide Adem Peygambere kadar yazılıdır. „Seceresi“ derler. Yani soyu sopu bellidir. Anası da bellidir. Babası da bellidir. Osmanlı´nın seceresi taaa Edebali hazretlerine….Ki o Ehl-i Beyt idi. Ondan Peygamber-i Zişan´a Peygamber-i Zişan´dan onun kabilesi ve sülalesi ilen taa Adnan´a Adnan´dan İsmail Aleyhisselam´a İbrahim Aleyhisselam´a ondan taaa Adem Aleyhisselam´a kadar şecereleri vardır. Bir Temiz-i Pak tırlar. Bu söze müslümanlar inansınlar. Yetişir bu duydukları. Osmanlılık şemsiyesi altında toplansınlar.

MEHTER VURUYOR

MEHTER VURUYOR

Mehter vuruyor tarihin aksetmede yâdı

Andık yine, Fatih�le, Süleyman�ı, Murad�ı.

Kös sesleri sarsın bütün İstanbul�u yer yer

Geçsin önümüzden, koca gazi ve şehitler.

Türk ordusunun şan dolu bir satvetidir bu Fethin, Mahaç�ın, Niğbolu�nun haşmetidir bu.

Mehter bize bir ruh veriyor, tâ nerelerden

Meriçlerle,Çanakkale,Yemen�den, Kore�lerden.

Özlenen Osmanlı Adaleti

Özlenen Osmanlı Adaleti Pek çok özelliği ile tarihe damgasını vurmuş olan Osmanlı Devleti’nin yönetim modeli, sahip olduğu medeniyet, sanatsal gücü gibi üstün yönleri günümüzde halen büyük hayranlık uyandırmakta, çeşitli araştırmalara, seminerlere ve belgesellere konu olmaktadır. Birçok devlet adamı, akademisyen ve tarihçi, eskiden Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklarda bugün yaşanan karışıklıkların ve çatışmaların sona ermesi için Osmanlı modelinin yeniden canlandırılması gerektiğini dile getirmektedir. Kuşkusuz bunda 600 yıl boyunca Osmanlı topraklarında yaşanan ve her dinden ve ırktan halk için geçerli olan adalet anlayışının önemli bir payı vardır. Dünya Halkları Adalet Arıyor... Siz bu satırları okurken dünyanın dört bir yanında savaşlar devam ediyor, insanlar ölüyor, yurtlarından çıkmak zorunda bırakılıyor ve zulüm görüyorlar. Dünyanın pek çok yerinde bir kısım insanlar haksız kazançlar elde ederken, diğer bir kısmı hak ettiklerini elde edememenin sıkıntısını yaşıyorlar. Zalimler, sahip oldukları imkanları kullanarak güçsüzleri ezmeye çalışırken, mazlumlar ise kendilerine yardım eli uzatılmasını bekliyorlar. Kısacası dünyadaki birçok ülkede adaletsizlik hüküm sürüyor. Peki Neden Adalet Tam Anlamıyla Uygulanmıyor? Adaletin yeryüzünde gerçekten uygulanabilmesi için, insanların, adalet uğruna kendi çıkarlarını bir kenara bırakabilecekleri bir ahlaka sahip olmaları gerekmektedir. Bu ahlak, insanlar arasında herhangi bir ayrım gözetmeksizin tüm insanları kapsayan, imkanları hakka uygun bir biçimde paylaştıran, güçlülerin değil haklıların üstün olduğu bir dünya oluşturmayı hedefleyen Kuran ahlakıdır. Yüce Allah'ın Kuran-ı Kerim’de insanlara bildirdiği bu üstün ahlak, sadece haktan ve doğrulardan yana, katıksız bir adaleti emretmektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Fethettiği Ülkelere Adalet Götürmüştür Osmanlı Devleti, İslam'ın bayraktarlığını yapmayı, İslam'ın adaletini ve üstün ahlakını dünyaya yaymayı kendisine bir hedef bilmiştir. Bu nedenle de Osmanlı, fethettiği topraklarda, yine Kuran'da emredildiği gibi, hiçbir zora ve baskıya başvurmadan İslam ahlakını yaşatmış ve hakim kılmıştır. Osmanlı Devleti, kurucusu Osman Bey'den başlamak üzere Fatih Sultan Mehmet ve diğer padişahlarının adil yönetimleri ile tüm insanlığa örnek olmuştur. Onların zamanlarında her dinden, her inançtan insan birarada huzur içinde yaşamıştır. Hatta herhangi bir mücadeleye dahi girmeden kendi istekleriyle Fatih Sultan Mehmet'e teslim olan toplumlar olmuştur. Bu da insanların onun adil yönetiminden ne derece hoşnut olduklarını göstermektedir. İngiliz tarihçi F. Downey "The Grand Turc, Suleyman the Magnificent" (Büyük Türk, Muhteşem Süleyman) adlı eserinde Türklerin adaletine ve merhametine sığınan insanlardan şu şekilde bahseder: “Birçok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine gelip sığınıyorlardı.” İslam adaletiyle yönetilen Türk toprakları, o dönemde her dinden insanın huzurlu yaşayabildiği tek ortamdı. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu ve Rumeli gayrimüslimleri dinlerine ve sosyal hayatlarına müdahale edilmeden, eski gelenekleri üzerinde yaşamaya devam etmişlerdir. Osmanlı padişahlarının İslam ahlakına olan bağlılıkları neticesinde toplum içinde ırk, dil ve etnik kimlikler nedeniyle bir ayrım olmamış, insanlar birbiriyle kaynaşmış ve toplumun çeşitli kesimleri arasında sosyal adalet sağlanmıştır. Avrupalı tarihçi Richard Peters, İslam dinini benimseyen Türklerin, yüzyıllar boyunca yönettikleri her yerde nasıl bir adalet örneği temsil ettiklerini de şu sözleriyle dile getirmiştir: "Türkler asırlar boyunca birçok millete hakim oldular, fakat onları asimile etmeye asla gayret etmediler. Onlara hürriyet verdiler ve din ve kültürlerinin yaşanmasına müsaade ettiler." Osmanlı Padişahları Adaleti Emretmişlerdir Osmanlı’da adaletin sağlanması için çok büyük gayret sarf edilirdi. Osmanlı padişahları, halka karşı devlet otoritesini kötüye kullanan idarecileri bu tutumlarından men eden pek çok kanunname yayınlamış, kendilerinin bizzat şahit olmadıkları ortamlarda bile halkın devletten razı olacağı bir sistem tesis etmişlerdi. Devlet görevlilerinin kanun ve adalete aykırı davranmasını kesinlikle yasaklayan pek çok beyannameden biri de Semendere kadısına gönderilendir. Padişah bu beyannamede halkın kendisine Allah'ın bir emaneti olduğunu belirttikten sonra, kanuna aykırı olarak Sancak beylerinin ve diğer görevlilerin halka haksızlık yapmalarını zulüm saymakta ve bunu şiddetle yasaklamaktadır. Bu emri yerine getirmekte ihmali ve kusuru görülenlerin yargılanmalarını emretmektedir. Türk-İslam ahlakının getirdiği bu adalet sistemi, Osmanlı Devleti'ni diğer devletlerden kat kat üstün kılan temel özelliklerden biri olmuştur. Bu özellik sayesinde Osmanlı yöneticileri ve halkı, kendi aleyhlerinde bile olsa adaleti uygulamaktan çekinmeyecek bir ahlak ile ahlaklanmışlardır. Nisa Suresi'nde bildirilen bu ahlak özelliği, Osmanlı'nın ve tüm Müslümanların üstün adalet anlayışının da temelini oluşturmaktadır: “Ey iman edenler kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva(tutku)larınıza uymayın.” (Nisa Suresi, 135) Osmanlı Padişahlarının Adaletli Tutumlarına Örnekler Orhan Gazi Osmanlı tarihçilerinden Aşık Paşazâde, Osmanlı padişahlarından Orhan Bey’in adalet anlayışını şu satırlarla ifade eder: “Orhan Gâzî, oğlu Süleyman Paşa’yı Taraklı (Tarakçı) Yenice’sine gönderdi. O memleketlerin hepsi Orhan Gazi’nin adâletini işitmişti. Her aldıkları yerde adâlet gösterdiler. Alınmayan memleketler dahi onların nasıl davrandıklarını öğrenmişlerdi. Süleyman Paşa Taraklı Yenicesi’ne varınca, hisarı andlaşarak verdiler. Göynüğü ve Mudurnu’yu dahi öylece aldılar. Süleyman Paşa dahi o kadar adâlet gösterdi ki... ‘Ne olurdu, eski zamandan beri bunlar bize bey olaydılar.’ Çok köyler bu Türk kavmini gördüler. Müslüman oldular.” Sultan Murat Sultan Murat'ın halkına karşı adil ve hoşgörülü yönetimini, aynı dönemde yaşamış olan Bizans tarihçisi Khalkokondylas şöyle anlatmaktadır: "Kendisine itaat ve hizmet eden milletlere ve kişilere, hangi dinden olurlarsa olsunlar, iyi ve yumuşak ve cömert davranırdı. Verdiği söze sonradan aleyhinde tecelli etse bile sadık kalarak, dost düşman herkesin güvenini kazandı." Fatih Sultan Mehmet Fatih Sultan Mehmet dönemindeki adil ve hoşgörülü ortam, tüm tarihçiler tarafından dile getirilen apaçık bir gerçektir. Fatih Sultan Mehmet'in Kitap Ehline karşı olan hoşgörüsü günümüze kalan birçok anlaşmalarla da belgelenmiştir. Onun İslam ahlakından kaynaklanan hoşgörüsünden Hıristiyan, Yahudi, Ermeni, Süryani her dine mensup insan payını alıyordu. Bu nedenle Fatih'in padişah olduğu süre boyunca birçok yabancı millet onun yönetimi altına girmekten büyük bir memnuniyet duymuşlardı. Bizanslı yönetici Büyük Düka Notaras'ın "Bizans'ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim" şeklindeki sözü de bu gerçeği teyid eder niteliktedir. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethi, ilk başlarda gayrimüslim halk arasında büyük bir korkuya neden olmuştur. Baskılara ve saldırılara maruz kalacaklarını düşünen bu kişilerin büyük bir bölümü ya firar etmiş ya da Ayasofya'da toplanmıştır. Ancak Fatih Sultan Mehmet onlara hoşgörü ve adaletle yaklaşmış, her türlü korkudan uzak olarak evlerine dönmelerini ve işlerini rahat bir şekilde devam ettirmelerini istemiştir.9 Onlara dinleri konusunda hiçbir baskı yapmamış, aksine birçok din mensubunu büyük bir hoşgörüyle karşılayarak, onların dinlerini rahatça yaşayabilecekleri bir ortam hazırlamıştır. Sarayda Müslüman ve Hıristiyan bilginler yan yana yaşamış ve her türlü ilmi konuyu büyük bir hoşgörü ile tartışmışlardır. Osmanlı Modeli Tüm Dünyada Büyük İlgi Görüyor Dünyaca ünlü belgesel kanalı History Channel tarafından hazırlanan Osmanlı belgeseli geçtiğimiz aylarda ABD'de yayınlandı. Belgeselde Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemleri detaylı olarak anlatıldı. Hakkın ve adaletin koruyucusu olduğu ifade edilen Osmanlı Devleti'nin, bütün din ve inançlara açık olduğu vurgulandı. Belgeselde Osmanlı'nın fetih politikalarına ayrıntılı olarak değinildi ve fetihlerin dine ve etnik temellere dayalı olmadığı anlatıldı. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlanan hukuk sisteminden de övgüyle bahsedildi. Batı'nın Osmanlı'nın Adaletine Olan Hayranlığı Osmanlı İmparatorluğu'nda hüküm süren bu adaletli yönetim sayesinde tüm Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu kapsayan coğrafyada, üç İlahi dine ve muhtelif mezheplere mensup, dilleri, kültürleri, ırkları birbirlerinden tamamen farklı milyonlarca insan, asırlar boyunca hiçbir zulme maruz kalmadan huzur içinde yaşamışlardır. Bu nedenledir ki, Batılı bilim adamları, Osmanlı'nın sağladığı hoşgörülü ve anlayışlı yönetim sistemini çok ideal bulmaktadırlar. Tarihçi Jason Goodwin, New York Times gazetesinde yayınlanan, "Osmanlı'dan Öğreneceklerimiz" başlıklı makalesinde, Balkanlar'daki istikrarsızlık için bir çözüm önerirken aslında, merak edilen bu başarının sırrına da dikkat çekmiştir. Yazar, Osmanlı'nın idaresi altındaki topraklarda dini, kültürel ve etnik açılardan büyük farklılıklar bulunduğunu, ancak 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, halkın hiçbir kesimine asla baskı yapılmadığını ve kısıtlama getirilmediğini söylemiştir. Osmanlı'nın bu sayede istikrarı ve düzeni koruduğunu söyleyen Goodwin, bugün yeryüzünde barışın ve huzurun sağlanması için Osmanlı'dan öğrenilecek çok fazla konu olduğunu dile getirmiştir. (Jason Goodwin, "Learning From the Ottomans" 16.8.1999, New York Times.) Amerikalı ve Avrupalı bilim adamları, Osmanlı'nın adalet anlayışına hayranlıklarını açıklarken, aslında, Kuran'da bildirilen üstün ahlakın mükemmelliğini dile getirmiş olmaktadırlar. Çünkü, Osmanlı Devleti'nin adaletten ve doğruluktan taviz vermeyen yapısının asırlar boyunca hiç değişmemesi, Kuran ahlakının bu anlayışı gerektiriyor olmasından kaynaklanmaktadır. Yüce Allah Kuran-ı Kerim'de Müslümanlara, karşılarındaki insanlara karşı öfkelerine kapılmamalarını ve adaletli davranmaktan hiçbir surette vazgeçmemelerini şöyle bildirmiştir: "Ey iman edenler adil şahitler olarak Allah için adaleti ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızdan haberi olandır." (Maide Suresi, 8) Şanlı Tarihimizden Geleceğimize Uzanan Misyon Bugün Türkiye, tarihinde birbirinden güçlü devletler kurmuş, Osmanlı İmparatorluğu gibi 600 yıldan fazla bir zaman boyunca adaletle hüküm sürmüş büyük bir devletin mirasçısı konumundadır. Anadolu'yu fetheden, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyeti altında tutan güç, Türk Milleti'nin özünde var olan ve Türklerin İslam'ı kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır. Kuran'da emredilen bu ahlakın başlıca özellikleri, dürüstlük ve mertlik, zulümden ve haksızlıktan uzak durmak, adaleti her zaman ayakta tutmak, hoşgörüden ve uzlaşmadan yana olmaktır. Şu anda Kafkaslar'da, Balkanlar'da ve özellikle Ortadoğu'da savaşların, karışıklıkların, acıların yaşandığı bu yerlerde, Türkiye'nin mirasçısı olduğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde istikrar, huzur ve barış vardı. Türkiye, yüzyıllarca bu ortamı muhafaza etmeyi başaran bir devletin varisi olarak, yeniden aynı huzur ve barış ortamının tesisinde öncü rolü oynayabilir. Türkiye bölgede hem yönetim anlayışı olarak, hem de bölge insanlarının inanç, kültür ve yaşamlarıyla ortak dokulara sahip olmamızdan kaynaklanan doğal bir lider konumundadır. Mevcut yapısı, demokratik ortamı, yetişmiş insanı ve tarihi misyonuyla hem bölgedeki halklar tarafından bu şekilde algılanan, hem de artık Batı dünyasının gözünde de lider konumda görülmek istenen tek ülke Türkiye'dir. Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslüman Türk Milleti sabrı, imanı ve güzel ahlakı ile mazlumun yanında, zalimin karşısında yer alarak, farklı kültürlerden ve kökenlerden gelen insanları adalet ve hoşgörü potasında birleştirecek ve tüm dünyanın özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamının oluşmasında -Allah’ın izniyle- önemli bir rol oynayacaktır. Tüm örnekler Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve ilk gelişim dönemlerinde bir anda çok büyük bir güç kazanmasının nedenlerini ortaya koymaktadır. Yöneticilerin adil tutumları diğer dinlere mensup halklar üzerinde çok olumlu etkiler oluşturmuş, Osmanlı toprakları çok büyük bir hızla genişlemiştir. Bu genişlemenin diğer padişahlar döneminde de hızlanarak artmasının en büyük nedeni, aynı hoşgörülü ve adil tutumun istikrarlı bir şekilde devam etmesidir.

Osmanlı Devleti

Osmanlı Devleti Başkentler= Söğüt (1299-1326) Bursa (1326-1364) Edirne (1364-1453) İstanbul (1453-1922) Resmi dili= Osmanlıca Dini= İslamiyet Yönetim Şekli= Saltanat Padişah - 1299–1326 Osman Gazi - 1413–1421 Çelebi Mehmed Tarih - Kuruluş tarihi 1299 - Fetret Devri 1402–1413 - Birinci Meşrutiyet 1876-1878 - İkinci Meşrutiyet 1908-1918 - Yıkılış tarihi 1 Kasım, 1922 Yüzölçüm - 1902 6.300.000 km² (2.432.444 sq mi) - 1595 20.000.000 km² (7.722.043 sq mi) Para Birimi Akçe, Kuruş, Lira, Sultani Devlet Nişanları Tuğra Bayraklar Nişan Faik

MEHMETÇİK İSMİNİN ANLAMI

MEHMETÇİK İSMİNİN ANLAMIMilletlerin tarihlerine şan ve şeref örnekleri veren kahramanlık için çeşitli düşünce ve yorumlar vardır. Bu düşüncelerde çok kere cesaret ile kahramanlık karıştırılmış ve karıştırılmaktadır. Cesaret, insanda sadece manevi bir kuvvet, kahramanlık ise fazilettir. Kahramanlık ruhu ferde ırkından intikal eder. Bir millet yapısı itibariyle kahraman değilse, içinden çıkacak birkaç yiğitle dünya üzerinde özgür yaşamak imkanını bulamaz veya özgürlüğü her savaşta tehlikeye girer. Buna karşı bir milletin cephede savaşan evlatları dünyayı hayretler içinde bırakan kahramanlıklar yaratmışsa hiç şüphe yok ki o milletin yalnız cephede savaşan erleri değil beşik sallayan anaları, okul çağındaki evlatları ve ak saçlı ihtiyarları, sonuç olarak bütünü kahramandır. Türk ordusunun kahraman askerine verilen unvan olarak “Mehmetçik” simgesi, kökenini İslamiyet öncesi Türk medeniyetine kadar uzanmaktadır. Atalarımız daha Orta Asya’dayken belirli eşyaları, cisimleri ve şekilleri belirli manalara simge yapmışlardır. Mesela, “ok” Tanrı’ya bağlılığın, “yay” da bu bağlılığın cihana yayılmasının simgesiydi. Keza davulun, tuğun devlet şeklinde değişik anlamları vardı. Doğal olarak Türk ordusu içerisinde görev yapan askerler için de bir simge geliştirilmişti. Bu dönemde Türk ordusu içerisinde görev yapan askerlere “alp”, alp er”, “alperen” vs. gibi unvanlar verilmekte idi. Bu unvanların verilmesinin temel nedeni askeri kişiliğin bir kişiye ait olmaması, tüm ulusu temsil etmesi nedeniyle olmuştur. İslamiyet sonrası Türk ulusunun oluşturduğu devletler içerisindeki ordularda görev alan askerlere “Mehmetçik” unvanının verilmesi görülmeye başlanmıştır. Bu durumun gerekçesi ise şu şekilde ortaya konmaktadır: İslam dini benimsendikten sonra uluslar üzerinde özellikle bu dinin peygamberi olan Hz. Muhammed’e karşı bir hayranlık oluşmuştu. Oluşan bu hayranlık üzerine insanlar doğan erkek çocuklarının birçoğuna “Mehemmed”¹ ismini vermişlerdir. Bu isim daha sonra “Mehmet” şekline dönüşecektir.² Mehmet isminin kullanımı günümüzde de yaygın şekilde görülmektedir. Özellikle kırsal kesimde yaşayan insanlarımızın birçoğu doğan erkek çocuklarına “Mehmet” ismini koymaktadırlar. “Mehmet” isminin kullanım alanının bu kadar geniş olması sonucunda zamanla askere giden erkek evlatlar için söylenen bir deyim haline dönüşmüştür. Tüm Türkiye’de bu şekilde anılan askerlerimizin bu adı alması zaten cesaret ve kahramanlığının sonucu olmuştur. Bütünü kahraman olan bir milletin fertlerini ismen ayırt etmek, kahramanlıklarını sayabilmek ise imkansızdır. İşte onların hepsini bir tek adla bağrına basmak için Türk milleti, adları ayırt edilemeyen evlatlarının hepsine birden bir sevgi, kendisini savaş alanlarında tanıyan düşmanları ise bir saygı nişanesi olarak “MEHMETÇİK”3 demiştir. Mehmetçik bütün Türk ordusunun simgesidir. Mehmetçik bir isim değil bir fikirdir, bir amaçtır. ¹ “Mehemmed” isminin verilmesinin altında yatan neden olarak da İslam peygamberi Hz. Muhammed’in kutsallığının zedelenmemesi fikri yatmaktadır. ² Türkçesinin dil zenginliğinin belirtilerinden biri olarak da nitelendirilebilir. Böylece fazla sesler kelime içerisinden çıkarılarak Türkçenin sadeliği korunmuş oluyordu. 3 “Mehmetçik” kelimesinde “Mehmet” kelimesine”-çik” eki gelmiştir. Bu ek, kelimeye sevgi anlamını kazandırmaktadır.

Osmanlı Sultanlarının Doğum Yerleri

Osmanlı Sultanlarının Doğum Yerleri I. Osman Söğüt (?) Orhan ? I. Murad Bursa (?) I. Bayezid Edirne (?) I. Mehmed Edirne (?) II. Murad Amasya II. Mehmed Edirne II. Bayezid Dimetoka I. Selim Amasya I. Süleyman Trabzon II. Selim İstanbul III. Murad Manisa III. Mehmed Manisa I. Ahmed Manisa I. Mustafa Manisa II. Osman İstanbul IV. Murad İstanbul İbrahim İstanbul IV. Mehmed İstanbul II. Süleyman İstanbul II. Ahmed İstanbul II. Mustafa Edirne III. Ahmed Hacıoğlu Pazarı I. Mahmud İstanbul III. Osman İstanbul III. Mustafa İstanbul I. Abdülhamid İstanbul III. Selim İstanbul IV. Mustafa İstanbul II. Mahmud İstanbul I. Abdülmecid İstanbul Abdülaziz İstanbul V. Murad İstanbul II. Abdülhamid İstanbul V. Mehmed İstanbul VI. Mehmed İstanbul II. Abdülmecid İstanbul

Türk Adı Nerden Geliyor?

Türk Adı Nerden Geliyor? Türk Milleti'nin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir; Türkler binlerce yıldan beri tarih sahnesinde yer almaktadırlar. Bu durum, bilim adamlarının dikkatini çekmiş ve onları Türk kelimesinin kökenini araştırmaya yöneltmiştir. Türk adının kaynağını bulmak amacıyla yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi uzmanlara göre, Türk adına ilk defa MÖ 14. yüzyılda "Tik" veya "Tikler" şeklinde rastlanılmıştır. Bazı uzmanlar ise bu adın MÖ 14. yy.dan önce de var olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Türkler'in binlerce senelik geçmişi göz önünde bulundurularak, Türk adının nereden geldiğine ilişkin birçok iddia ortaya atılmıştır. Türkler'in eski dönemlerine ilişkin bilgilerin kökeni çoğunlukla Çin tarihine dayanmaktadır. Çinli tarihçiler MÖ 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsetmektedirler. Bununla birlikte, eski Çin kaynaklarındaki Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adları Çince yazılıdır. Bunların Türkçe karşılıkları tam anlamıyla bilinmemektedir. Profesör Erol Güngör'ün deyişiyle, "Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bugün bir milletin adıdır ama atalarımız o zaman henüz bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşiretin ayrı bir adı vardı." Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS 6. yüzyılda kurulan Göktürk milleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklinde gösterilmiştir. Yani, Türk kelimesini ilk defa resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Gök-Türk İmparatorluğu olmuştur. Göktürkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, daha sonra Türk Milleti'ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Çin İmparatoru MS 585 yılında, Gök-Türk Kağanı İşbara'ya gönderdiği mektupta "Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmiştir. İşbara Kağan'ın Çin İmparatoru'na cevabi mesajında da "Türk Milleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" ifadesine yer verilmiştir. Bunlar Türk adını resmileştiren olaylar olarak tarihe geçmiştir. Göktürk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklinde geçmektedir. Türk Budun, Türk Milleti anlamındadır. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir. Türk kelimesinin anlamı üzerinde de çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir: Çin kaynaklarında "Tu-küe (Türk)" miğfer olarak yorumlanmakta; İslam kaynaklarında ses benzeşmesine dayanarak terk edilmekte, olgunluk çağı şeklinde değerlendirilmektedir. Arminius Vambery'nin 19. yüzyılda yazdığı eserlerinde belirttiğine göre, Türk kelimesi "türemek"ten gelmektedir. Ünlü Alman Türkolog Albert von Le Coq, Türk deyişinin "güç-kuvvet" anlamı taşıdığını ileri sürmüştür. Bu konudaki diğer çalışmalara göre, Türk kelimesi, "Altaylı (Ceyhun ötesi Turanlı)" kavimlerini tanımlamak üzere 420'li yıllardaki bir Pers metninde görülmektedir. Yine 515'de, "Türk-Hun" (Kudretli Hun) tabirinin de geçtiği bilinmektedir. İran kaynaklarında Türk kelimesinin "güzel insan" karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir. 9. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini" belirtmiş; "gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha vurgulamıştır. Türk kelimesinin "güçlü-kuvvetli" anlamına geldiği, bugün neredeyse bütün tarihçiler tarafından kabul görmüştür. Türk Yurdu Günümüzde sayıları 350 milyonu aşan ve oldukça geniş bir bölgeye yayılmış olan Türkler'in ilk ana yurdunu tespit edebilmek için geniş araştırmalar yapılmıştır. Çeşitli alanlarda, farklı uzman ve bilim adamlarınca yapılan çalışmalar sonucunda her alanda farklı iddialar gündeme gelmiştir. Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır: Tarihçiler, Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağları'nın; etnologlar, İç Asya'nın kuzey bölgelerinin; dil araştırmacıları, Altaylar'ın veya Kingan Dağları'nın doğu ve batısının; kültür tarihçileri, Altay-Kırgız Bozkırları arasının; sanat tarihçileri, Kuzeybatı Asya sahasının; antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasının ilk Türk ana yurdu olduğunu iddia etmişlerdir. Bu konudaki araştırmalara göz attığımızda, Türkler'in ilk ana vatanlarının kesin sınırlarını çizmenin mümkün olmadığı görülür. Bunun asıl nedeni Türkler'in ilk zamanlardan itibaren oldukça geniş bir alana yayılmalarıdır. Son yıllarda yapılan dil araştırmaları göz önüne alındığında, ilk Türk yurdunun "Altay Dağları'ndan Urallar'a kadar uzanan, Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından Tanrı Dağları'nı kapsayan çok geniş bir bölge" olduğu anlaşılmaktadır. Türkler, tarihin akışı içerisinde, ana yurtlarından çok uzak mesafelere göç ederek geniş bir coğrafi alana yayılmış; bugün Balkanlar'dan Çin Seddi'ne, Sibirya Bozkırları'ndan Horasan, Afganistan, Tibet'e kadar olan bölgeleri yurt edinmişlerdir. Günümüzde özgürlük ve eşitliğin öncülüğünü yaptıklarını iddia edenler bilmelidir ki, insan hak ve hürriyetlerinin gerçek anlamdaki ilk uygulayıcısı Türkler olmuştur. Türkler tarafından kurulan devletlerde din, dil ve ırk ayrılığı gözetilmeksizin herkese eşit davranılmıştır. Profesör Hakkı Dursun Yıldız bu gerçeği, "Bütün tarih boyunca Türkler'de din, dil ve ırk ayrılığı sebebiyle Amerika ve Avrupa'da her zaman rastlanan bir katliama, işkenceye ve hakların elinden alınmasına kesinlikle rastlanmamaktadır" şeklinde ifade etmiştir. Dikkat çekici bir nokta, eski Türk kavimlerinde, kadınların erkeklerle neredeyse eşit haklara sahip olmalarıydı. Türk kadınları toplum hayatının hemen her aşamasında görev alırlar; yeri geldiğinde savaşmaktan çekinmezlerdi.

BOZKURT DESTANI

BOZKURT DESTANI Bozkurt Destanı, Çin kaynaklarında kayıtlıdır ve iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu ikisi arasında pek az fark vardır. Birinci Söyleyiş Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Gök Türkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu. Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı. Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar. Bu baskında düşmanlar bütün Gök Türkleri yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi. Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı. Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, birçok çocukları oldu. İçlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşina oldu. İkinci Söyleyiş Hunların bir boyu olan ve adına Aşina denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı. Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar. Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler. O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı. Zamanla Bozkurt'un beslediği çocuk gürbüzleşti. Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Aşina soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi. Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu! Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi. Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu. Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti. Aradan çok yıllar geçti. Aşina boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.

Şeyh EDEBALİ'den Osman Gazi'ye Nasihat

Şeyh EDEBALİ'den Osman Gazi'ye Nasihat “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz. Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir... Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler. En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!.. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!.. Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...”
Paylaşım Sahibi : Deitel (Teşekkürler)

Ergenekon destanı

ERGENEKON DESTANI
Ergenekon destanı Ergenekon destanı, Göktürkler'in türeyişini anlatan bir Türk destanıdır. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin, Ergenekon Ovası'nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır. Efsanenin Sadeleşmiş Özet Hali: Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur" Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler. O çağda Türkler'in başında İl Kagan vardı. İl Kagan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu. Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler. Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım. Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tengri'nin yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu. Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar. Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar. Ergenekon'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler'in buyruğu altına girdi.

PAYLAŞIM SAHİBİ: YalnızEnes

Merhaba

Merhaba Dh Osmanlı Sevdalılar...

Hepinizi sevgiyle selamlar bol bilgiler dilerim..

Hayırlı forumlar hayırlı bloglar

Blogumuzu Beğendinizmi?

Donanımhaber'in en çok ziyaret edilen kulüplerinden biri olan kulübümüzün kurucusu Fetih'tir.

Kardeşler